top of page

Cadıkızın Soyu




Evvel zamanda tüm cadıları ve büyücüleri yetiştiren okullar varmış. Her okulun tasarımı başkaymış. Kimi yüksek bir kayalığın kenarına, tepesine oyuluymuş kimisi de yerin altındaki bir mağaraya işliymiş. Kimi devasa bir konak veya şato gibi görünüyormış kimiyse harabe ve terkedilmiş bir ev gibi. Ama hepsi de doğaya yakın yerleşimde ve şehirlerden uzaktaymış. İşte böyle okullardan birinde heyecanlı bir telaş varmış. Çünkü her bir cadıkızın yegane bir mahareti varmış. Ve cadıkızlar bu maharetlerini ancak büyüdüklerinde öğreniyorlarmış. Okuldan ayrılıp da kendilerine bir hayat kurmadan evvel bu maharetlerini duyurup birlikte kutluyorlarmış. Ve her bir cadıkız maharetini duyurduğunda hangi büyücü veya cadının soyundan geldiğini öğrenip seviniyormuş. Nadiren kötü cadıların ve büyücülerin soyundan da gelenler oluyormuş tabi. Ama kutlama şaşmıyormuş. Sadece böyle olanlara biraz daha temkinli yaklaşılıyormuş. Çünkü genelde talih şaşmazmış, kişi kanına, atasına çekermiş. Öyle denirmiş yani.


İşte bu telaşlı kutlama hazırlıklarından birinde zamanlar Ormanın kıyısında ve üç çatılı bir dev ahşap konakta cadıkızlar kendi yeteneklerini keşfediyorlarmış. Kiminin yeteneği şiir söylemek kadar zormuş kimisi ise uçabiliyormuş, bu kadar da kolaymış işte. Bu sebeple kiminin yeteneğini keşfetmesi günler haftalar alırken kimi pıt diye keşfediyormuş işte. Mucize gibi birşey.


Cadıkızlardan bir tanesi varmış. Yeteneğini henüz keşfedemeyen bir tanesi. Ne kadar uğraşıyorduysa da bir türlü keşfedemiyormuş. Arkadaşları teker teker öğrenip duyuruyorlar ve kutlamalara hazırlanıyorlarmış. Kutlamalara günler kalmış ama bizimkisi hala keşfetmeye çalışıp duruyormuş. Bir akşam meraklanmış iyicene ve kukulu sukuleye gitmiş. Kukulu Sukule konuşan bir bitkiymiş. Bilmeceler söyleyip yol gösterirmiş. Sorunun yanıtını vermezmiş. Mesela ona yeteneğim ne diye sormamak lazımmış. Yeteneğimi bulmam için ne yapmam lazım diye sormak lazımmış. Cadıkız da öyle yapmış.

"Yeteneğimi bulmam için ne yapmalıyım?" diye sormuş.

Sukulu Kukule de kıvrılmış kıvrılmış kızın boyuna gelecek kadar uzamış ve kollarını büklüm büklüm iki yana doğru açarken açıklamış:

"Büküle büküle bakasın

Karanlıklara dalasın

Ahanda kolyenin

Köşe kenarı kadarsın

Hop giresin hop çıkasun

Ta içine sıçasın

Kapkara kararasın

Pancar kadar olasın

Ormanların dibinde

Bir ayının ininde

Gımış Gımış gımışayı

Kaderinin façası" demiş.

Kukulu sukulenin her şiirine biraz küfür serpiştirdiği ve küfürlerinin de pek bir anlamı olmadığı bilinirmiş. Bizim kız anladığı kadarı ile ormana gitmiş. Karanlıkta dolaşmış, sonra kıvrılıp bükülmüş o zaman ormanda bükülmüş ve ortalık daha da kararmış. O zaman eğilmiş, eğilmiş, ormanın dibinde bir ayının inini görmüş, oraya girebilmesi için kolyesinin köşesi gibi yamuk bir hale dokmuş kendisini. İçeride kapkara bir karanlık, karanlığın ortasında da kımışıp duran bir balık varmış. Balığı almış, eline alır almaz balık bir yumurta bırakmış. Sonra kız ayının sesini duyunca yumurta elinde kalmış, balığı atıp kaçmış. Okula kadar gelmiş. Yumurtaya bakmış bakmış. Ne yapması gerektiğini bir türlü anlamamış. Ama yumurtayı yastığının altına koymuş gece olunca ve uyumuş.

Uykusunda karanlıklar içinden bir kadın gelmiş. Kapkara bir bulutla çevriliymiş etrafı, ona yaklaşmış ve yaklaşınca yüzü görünür olmuş. Kafasında bir al yazma varmış. Kapkara elbisesinin cebinden bir tane daha çıkartmış ve cadıkızın kafasına bağlamış. Sonra onun kulağına eğilmiş ve

"Atamız anamız alkarının sonsuz selam ve hürmeti var" diyip kızı alnından öpmüş.

Kız sabah uyandığında saçlarında bir alyazma varmış ve yastığının altında yumurta yokmuş. "Ah" demiş o zaman. Anlamış. Alkarılarına 'dölhırsızı' veya 'yumrutahırsızı' derlermiş. Ama cadıkız bunu hep başka anlarmış. Şimdi kendisi de bir balığın yumurtasını almış. Kafası karmakarışıkmış şimdi. Saçlaındaki yazmayı çıakrtıp saklamaya çalışmış. Ama yapamamış. Odasından çıkmamak için direnmiş ama sonunda çıktığında onu gören herkes onla dalga geçmişler ve alay etmişler. 'Cadıkız Alkarısı soyundanmış!" diye.

Alkarısı ve onun soyundan gelenler pek sevilmezmiş. Cadıkız kendisi de hiç alkarısı soyundan birini görmemiş ama anlatılana göre alkarılarının lohusa kadınlara eziyet ettiğinden veya çocuklarına kötülük ettiğinden bahsedildiğini bilirmiş. Kendisinin böyle şeyler yapacağından kuşkuluymuş. Bir varlığa zarar verebileceğini hiç ama hiç düşünmüyormuş.

Nihayet kutlama günü gelmiş çatmış. Bizim cadıkız herkes gibi sıraya girmiş. Herkesin yeteneği ve soyu anons edilmiş. Bizim kıza sıra geldiğinde 'Alkarısı soyundan ruh çarpıcısı!" diye anons edilmiş. Herkes alkışlanıp kutlanırken cadıkız anons edildiğinde önce bir sessizlik olmuş, sonra birkaç kahkaha işitilmiş ardından cadıkızın hocalarının seslenmesi ile herkes alkışlamış ve kutlamış. Ama cadıkız salonun bu sessizliği ve seslerini duyunca üzüntüsünden ve utancından yerlerin dibine geçmiş ve iki büklüm etmiş kendisini. Sonra daha da utanmış ve daha da büklüm büküş olmuş. Sonra dizlerine sarılmış ve birden ağlamış. O esnada birden kolyesi ışıldamış ve kendisi hop diye bir topa dönmüş fırıl fırıl fırıldamış ve bir anda gözden kaybolmuş. Gözlerini yeniden açtığında hiç tanıyamadığı bir yerde bulmuş kendisini. çok tuhafmış ortalık. Daradağınık ve çirkin bir ev. Karışık bir yatak. Ama bir anda tuhaf hissetmiş kendisini ve ellerine baktığında aslında kendi bedeninde olmadığını görmüş. Önce çığlık atmış. Deli gibi bağırmış. Ardından biraz sessizlemiş ve bakınmış ortalığa. Yavaşça kalkmış. Gitmiş aynaya bakmış ve bambaşka bir surat görmüş karşısında. Ve o zaman gene bağırmış. Hatta çok bağırmış. Ve hiç tanımadığı bir insanlar ona bilmediği bir isimle hitap edip yatağa uzanmasını istemişler. İlginç olan, alkarısının eşarbı hala kafasındaymış. Ve sonra uyumasını istemişler. Ve bir anda kendisini uykusunun, rüyasının ortasında bulmuş.

İlk gece rüyasında gördüğü siyah bulutlu kadın ona doğru yürümüş ve eğilmiş kulağına,

"Alkarıları her zaman çok erken ve çok savunmasız yakalanırlar. Tıpkı şimdi sende olduğu gibi. Ruhunu bulana kadar, bu bedene bakmak ve bu bedenin bağlı olduğu ağa bakmak senin görevin." demiş. Sonra biraz geri adım atmış.

Cadıkız "Ama ben bu bedenin içindeyim! Benim kendi bedenim nerede?" demiş.

Siyahlı kadın,

"Büklüm büklüm büküldü, kolyenin içine büzüştü. Görevin bittiğinde sana geri gelecek." demiş.

Kız geniden uyandığında başı çok fena ağrıyormuş. Ruhu bu bedenin içinde olmaya alışmaya çalışıyormuş ama bu kolay birşey değilmiş. Ayrıca ruhu kaçmış bedenlerin içinde olmak çok tatsız bir durummuş. Yemek yemek bile insanın içinden gelmiyormuş ve alışana kadar sürekli bir ağlama hissi oluyormuş insanda.

İlk günler böyle geçmiş. Ama bir akşam yatakta uyandığında elinin içinde küçücük bir el bulmuş. Sonra merak etmiş ve bakmış. Minicik el bir kız çocuğunun eliymiş. O zaman uyanıp bakmış.

"Anne" demiş kız.

"Annen kim?" diye yanotlamış cadıkız.

"Annem sensin" demiş minikkız.

"Hayır ben annen olamam ben de bir çocuğum" demiş Cadıkız.

"Ama büyümüş bir çocuksun." demiş minik kız.

"Evet büyümüş bir çocuğum demiş cadıkız." Sonra ikisi birlikte gülmüşler.

"Anlatsana bana annenle neler yapardınız?"

"Senle mi?" diye sormuş minik kız.

"Evet benle, neler yapardınız? Yapardık yani?"

Sonra minik kız birlikte yaptıkları yaramazlıkları anlatmış. Saçmalıkları. Cadıkız bunları dinlerken gülmüş ve gülümsemek ona iyi gelmiş. Bütün gece konuşmuşlar ve sabaha karşı ikisinin de uykusu gelmiş. Yatakta birlikte uyumuşlar. Çok geç bir saatte uyandığında ise yatağında minik kızdan başka iki tane de büyük çocuk bulmuş cadıkız. "Siz de kimsiniz?" diye sormuş. Çocuklardan büyük olan,

"Senin çocuklarınız" demiş sıkkın bir şekilde.

Diğeri de

"Anne bizi ne zaman hatırlayacaksın?" diye sormuş.

"Ben anneniz değilim ben de bir çocuğum." demiş cadıkız. "Sadece daha büyük bir çocuğum." demiş sonra.

"Annemizsin Anne böyle yaptığında bizi korkutuyorsun, böyle konuşma demiş kızlardan ortancası. O zaman cadıkız susmuş. Oturmuş. Gülümsemiş sonra.

"Yiyecek birşey var mı?" diye sormuş. Çocukların hepsi birden çok sevinmişler.

"Annemiz yemek yemek istediiii!" diye zıplamaya başlamışlar.

"Bu tuhaf mı?" diye sormuş Cadıkız. Minik olan yanıtlamış

"Annemiz çok ama çok iyi bir aşçıdır büyük çocuk. Ama uzun süreden beri hem yemek pişirmiyor hem de yemiyor bak" demiş ve Cadıkız ın yani içinde bulunduğu kadının göbeğini göstermiş. Göbeği sıskalıktan içeri çekilmiş.

Hangi yemekleri severdi? diye sormuş cadıkız.

"Salataları, ekmekleri ve çorbaları. Bir de kurabiyeleri" demiş minik kız.

"Hepsini severdin anne" demiş ortancası.

"En çok balık severdin anne!" demiş büyüğü sıkkın ve vurgulu bir şekilde. Birlikte buzdolabının kapağını açmışlar. Buzdolabında hiçbirşey yokmuş.

"Aaa, siz nasıl doyuyorsunuz peki?" diye sormuş Cadıkız ve çocuklar birşey cevap vermemiş. O zaman cadıkız çok telaşlanmış. Annenin gardırobundan kendisine kıyafetler bulup giymiş. Çocuklar onun bu hallerine hem çok sevinmiş hem de tuhaf tuhaf bakmışlar en sonunda da kahkahalarla gülmüşler.

"Anlaşılan annenizle tarzlarımız çok farklı" demiş. Aynada kendisine bakarken kendisini de çok komik bulmuş. Bulabildiği tüm siyah kıyafetleri giymiş. Nedense başka renk kıyafet giymiyormuş. Çocukları da kendisi gibi komik bir şekilde giydirmiş. "El ele tutuşalım ve yiyecek birşeyler almaya gidelim." demiş. En büyük çocuk olan Natan onlara arka kapıdan çıkmayı önermiş. Böylece arka kapıdan çıkmışlar. El ele tutuşmayı hiç bırakmamışlar. Dışarıdan bakıldığında bir anne ve üç kızı gibi görünmelerine karşın tavırları evden kaçan dört kızkardeş gibiymiş. Temkinli bir şekilde pazara gitmişler. Azıcık paraları ile pazardaki yiyeceklere bakmışlar.

"Ah Melek iyileşmene çok sevindik!" demiş pazarcı teyzeler. Sonra "Bu balık taze ve yeni geldi. Çok seversin, hatırladın mı? demiş bir balıkçı amca. Ve böylece balık, salata ve çorba malzemeleri ve en sonunda da kurabiye malzemeleri alabilmişler. Gene sıkı sıkı el ele tutuşarak eve gitmişler. Mutfağa geçtiklerinde cadıkızın yüreği kıpır kıpırmış ve mutfakta neyin nerede olduğunu hissedebilmeye başlamış. Bedeninde heyecanın gezdiğini hissediyormuş. O zaman

"Hahah! İşte geliyor, hissediyorum!" diye kıkırdamış. Ve bedene, hatırladığı şekliyle birşeyler yapabilmesi için izin vermiş. Şaşkınlıkla olan bitene eşlik etmiş. Anladığı kadarı ile güel bir domatesli çorba, kerevizli rokalı salata balık buğulama ve çikolatalı kurabiye yapıyorlarmış. Bedeni bir taraftan yemeği hazırlıyormuş:"Vuv çok tuhaf. Ben hiç yemek pişirmedim!" diyormuş o esnada. Bir taraftan da ortalığı batırmakta olan çocuklarının dağınıklıklarını toparlıyormuş. Bunu çok yapmış ama. Kardeşleri ve arkadaşları ile mutfakta olduğunda hep görevi onların arkasını toplamakmış çünkü. Ve böylece akşam olmuş. Evde müthiş kokular dolaşıyormuş ve şarkılar söyleyerek masayı hazırlamışlar. Cadıkız bildiği bütün komik hikayeleri anlatmış. Karınlarını doyurduklarında birlikte kuklalar dikemeye bile karar vermişler. Yemeklerini yemişler. Önce evdeki tüm yataklarda birlikte zıp zıp zıplamışlar. Sonra ailelerinin mutlu günlerinin resimlerini çizmişler sonra da dikiş makinesinin başına geçip kocaman yumuşak oyuncaklar dikmişler. Yatağı oyuncaklarla doldurup ortalarında uyuyakalmışlar. Çok uzun, yorucu ve kahkahalı bir günmüş. Cadıkız uyurken yanaklarının acıdığını fark etmiş.

Ve böyle tam 40 gün geçmiş. Geçen her günün gecesinde Cadıkız rüyasında bir kadın görüyormuş. İlk gece kadın çok uzakta bir sisli mezarlıkta solgun bir hayalet gibiymiş. İkinci gece daha renkliymiş ama seslendiğinde duymamış. Üçüncü gece duymuş ama görmemiş. Dördüncü gece duymuş ve görmüş ama sesi çıkmamış. Beşinci gece kendisinin sesi de çıkmış: "Çok yorgunum" demiş sadece. "O zaman gel benle" demiş Cadıkız ama gelmemiş kadın. Altıncı gece gelmiş. Ama gelirken rüya bitmiş. Yedinci gece birlikte yürümüşler. Sekizinci gece de öyle. Dokuzuncu gece "Çocuklarım" demiş kadın. "İyiler" demiş Cadıkız. Onuncu gece ve sonraki on gün ağlamış kadın. Meğersem çok derdi varmış ama hiç ağlayamamış. Birlikte dinlenip, uyuyup, uyanıp ağlamışlar. Bu yirmi birinci geceye kadar böyle devam etmiş. Yirmi ikinci gece birlikte gene mezara yürümüşler. Yirmiüçüncü gece mezara bakmışlar ve orada ismi yazanı okumuşlar. Kadın gene ağlamış. Kadının eşiymiş bu mezarda yatan. Cadıkız orada durmuş. Acısını anlamış kadının. Ve herşeyi düşünmüş. Endişe de etmiş. Bu acı öyle büyük, öyle ağır bir acıymış ki, bitmez diye korkmuş. Ama yirmidördüncü gece de kalmışlar mezarda sadece bir kere daha. "Gene geleceğiz" demiş kadın. "Geleceğiz" demiş Cadıkız.

Yirmibeşinci gece kadın konuşmuş: "Benim yüzümden" demiş.

"Hayır" demiş Cadıkız.

Kadın bütün yaptığı yanlışları anlatmış. Küçük bir kadının yapabileceği türden hatalarmış bunlar. Üzülen, yorulan bir kadının veya büyümemiş bir kadının yapabileceği türden hatalar. Cadıkız dinlemiş ve birşey dememiş.

Yirmialtıncı geceden otuzaltıncı geceye kadar bu böyle devam etmiş. Otuzyedinci gece kadın konuşmuş: "Ben de öleceğim" demiş.

Cadıkız "Yaşayacaksın" demiş ve elinden tutmuş kadının. El ele birlikte yürümüşler ve aynaya gitmişler. Kadın aynaya vurmuş ve kan olmuş elleri. Cadıkız uyanmış o zaman nefes nefese.

Cadıkız küçükmüş daha ve bilememiş ne yapması gerektiğini. Çocuklar uyuyorlarmış. Uyanıp evde dolanmış ve albümleri bulmuş. O kadar çok albümleri. Her birini toplayıp tavan arasında bir bavula doldurmuş kadın. Bazı resimleri yırtmış bile. Hepsine bakmış Cadıkız.

O esnada, kapkaranlıkken ortalık ve cadıkız ağlarken bir anda ortalıkta Alkarısı belirmiş. Cadıkızın saçlarını okşamış. Cadıkız irkilmiş:

"Çok zor, onları avutmak da çok zor. Sen daha çok küçüksün hem de" demiş. "Hepimiz çok küçüktük." demiş.

"O küçük çocuklara ne olacak?" diye sormuş Cadıkız.

"Büyüyecekler" demiş Alkarısı.

Peki kadına ne olacak, ne yapacak bu acısıyla:

"Kadın şanslı, hala bizler olduğumuz için. Acısı azalacak, alışacak. Dönecek. Sabretmelisin." demiş Alkarısı. Sonra birlikte sarılıp ağlamışlar.

Otuzsekizinci gece Cadıkız çocukların oyuncaklarını göstermiş kadına ve birlikte evde dolaşmışlar. Otuzdokuzuncu gece birlikte evdeki yataklarında uzanmışlar. Kırkıncı gece hep birlikte, çocuklar da varken uzanmışlar yatakta ve cadıkız kim olduğunu anlatmış. Kadın dinlemiş.

Kırkbirinci gece kadın "Dönmeye hazırım" demiş. Cadıkız sevinmiş ve kadına sarılmış. Sonra çocuklara sarılmış ve kadın dönerken Cadıkız da kendi bedenine dönmüş.

Cadıkız için çok tuhaf bir hismiş bir anda odasında uyanmak. Gecenin bir yarısında. Ertesi gün herkes ona şaşkınlıkla bakmış ve müdürenin odasına çağrılmış. Odada iki kadın varmış. Biri kıpkırmızı saçları ile Alkarısı diğeri de bembeyaz saçları ile Umay Anaymış ve ikisi de saçları hariç ikiz gibi benziyorlarmış birbirlerine.

"Bizim soyumuzdan olmanı tebrik etmeye geldik. Ve bunu açıklarken birlikte olmak istedik" demişler. Müdüre saygıyla eğilerek 'Tabi efendi hanımlarım, sizleri ağırlamak onurdur bize.' demiş. Cadıkız oturmuş onların karşılarına. Umay Ana başlamış konuşmaya:

"Nasılsın kızım?" diye sormuş.

"Pek iyi değilim" demiş. "Çok acı, çok ağır"

"Evet" demiş Umay Ana. "Teşekkür ederim, yavrulara çok iyi baktın ve ilk olmasına karşın kırkbirinci günde getirebildin anneyi."

"Bu asırlardır görülmedik bir başarı. Genelde ilk seferler başarısız geçer." demiş Alkarısı.

"Ve biz çok fazla karışamayız, eşlik edemeyiz." demiş Umay Ana.

"Ama elimizden geldiğince çok ziyaret edeceğiz seni." demiş Umay Ana.

"Çünkü artık bizden fazla gelen olmuyor." demiş Alkarısı.

"Ve sayımız azaldıkça anneler sahipsiz kalıyor." demiş Umay Anne sonra eklemiş: "Anneler sahipsiz kalınca çocuklar da aile de sahipsiz kalıyor."

Cadıkız şaşkınlıkla dinlemiş. Ama sonra ağlamaya başlamış.

"Boğuluyorum ama. Bu çok ağır." sonra gene ağlamış. O sakinleşene kadar ellerinden tutmuş iki kadın. Biraz sürmüş ağlaması.

"Küçük bir kız için çok büyük bir yük. Çok hızlı büyüten bir yük. Ama büyüdükçe, yaşadıkça alışacaksın. Biz böyleyiz, çok fazla yanında - içinde oluyoruz Şifa verdiklerimizin. Acıları çok acıtıyor canımızı. Çok hızlı büyüyoruz" demiş Alkarısı. Umay Ana gülmüş, "Eğer bana çektiysen çok erken düşer ak başına, süt gibi olur saçların" demiş.

Ama öğreniyoruz. İyi gelmek iyi geliyor bize.

"Peki beni özlemeyecekler mi?" diye sorumuş Cadıkız.

"Ben onları özledim." demiş hemen sonra.

"Seni hep sevecekler." demiş Umay Ana.

"Ama sana ihtiyaçları olmadıkça gelmeyecekler, gitmeyeceksin." demiş Alkarısı.

"Bu bizim çiğnenmez kuralımız." demiş.

"Ve asla sana olan ihtiyaçlarını uzatmamalısın. Onlardan ayrılmaktan korkuyorsun diye sakın, asla onların incinmesine izin vermemelisin." demiş Umay Anne.

Kötü şöhretimizin sebebi bundan." demiş Alkarısı. "Biz de o kadar güçlü değiliz, kimi zaman ahlakımızın kuralımızın çiğnenmez olduğunu unutuyoruz. Aramızdan çoksevenler, vazgeçemeyenler, doğamızın bu gerekliliğini taşıyamayanlar çıktı." diye anlatmaya başlamış.

"Sırf yanlarında kalmak için hiç şifa vermeyenler"

"Veya zarar verenler" Çok affedilmez bir suçtan bahsediyor gibi ikisi de kafa sallamışlar.

"Asla yapmamalısın." demişler sonra.

İkisi de eğilip saçlarından öpmüş Cadıkızı ve saçlarının bir tarafında kızıl bir renk diğer tarafından ak bir renk belirmiş Cadıkızın. Gözlerinde de öyle. Ve içi birlikte gitmişler Şölene.

Müdüre hanım gururla anons etmiş. Herkes Umay Ana ve Alkarısı karşısında saygıyla eğilmiş. Kötü şöhretli Albastıları anmaya cesaret edememiş hiç kimse.

Cadıkızın çok yoğun, çok sevgi ve şefkat çok da acılar dolu bir hayatı olmuş. Ama görevini her zaman ahlak ile ve şifa ile gerçekleştirmiş. Yani elinden geldiğince.




Son Yazılar

Hepsini Gör

Beyaz Tavuş Kuşu

Evvel zamanda uzak bir diyarda bir kümes sarayı varmış. Orada bir güzellik kraliçerya perisi her bahar bir sürü yumurtalar çalarmış orada...

Kral Baba'nın Kral Kızı

Evvel zamanda ve buralardan çok ama çok uzaklarda bir Kral ve Kraliçe yaşarmış. Kral çok ama çok güçlüymüş. Krallığının sınırları çok...

Kabus

Günler karlı ve sakin geçti. Alahçın Nene'nin gidişinden beri Çatırdayan ev böyle huzurlu hissettirmemişti Aylensis'i. Uzun uzun...

Comments


bottom of page